OKÇULUK

 

İnsanlığın var olduğu günden bugüne insan ile beraber olan bir savaş sanatıdır “okçuluk”.

 

Beslenme (avlanma) ve daha ötesi ise hayatta kalmaya (savunma) yardımcı, düşük riskli yegane eylemlerden birisidir.

 

İslami açıdan değerlendirildiğinde Hz. Adem' e Hz. Cebrail vasıtasıyla gönderilmiş kutsal bir savaş silahıyken, tarihsel ve arkeolojik açıdan ise MÖ. 38.000'li yıllara kadar (İspanya) uzanan bir hikayesi vardır bu kadim öğretinin.

 

Özellikle biz Türkler için hayatta kalma ve avlanma gereksiniminden de ötesinde tinsel bir anlam ifade etmektedir. Şüphesiz ki İslam sonrası Türk kültürünün, Hz. Muhammed'in hadis ve sünnetleri, Kuran'daki farz-ı kifayelerinde etkisiyle, en önemli sportif ve savaşçıl etkinliklerinden birisi olmakla birlikte, sizlerin de takdir edeceği üzere İslam öncesi Türk toplumlarında da paha biçilemez bir yetenek olarak öngörülmekteydi. Öyle ki ok ve yay gündelik hayatta pek çok şeyi kutsiyetle ifade etmekte kullanılmış, davet, aidiyet ve sadakate anlam yüklemiştir.

 

Basit bir araştırma, algı ve bunların değerlendirmesi ile okçuluğun günümüz dünyasının şekillenmesindeki direkt etkisini yadırgamayacak, günümüz devletleri ve halklarının yaşadıkları toprakların okçuluğun çok önemli bir faktör olduğu savaşlar neticesinde belirlendiğini fark edeceksinizdir.

 

Türk kavimlerinin at üstünde mızrak ve yayı ustaca kullanmaları, önlerindeki kavimleri sürmeleri, orduları yenmeleri ve “Kavimler Göçü”ne neden olmaları sonucunda o zaman ki Avrupa halkları günümüzdekine yakın bir şekilde konumlanmıştır.

 

Hunlar, Avarlar, Göktürkler, Memlukler ve Osmanlı Devletleri okçuluk ve askeri dehaları sayesinde bu kadar büyümüş, diğer medeniyetleri kontrol edebilmiş ve özellikle Osmanlı Devleti kontrolünde ötesinde tam bir emperyal güç haline gelerek ele geçirdiği topraklardaki bilgi, beceri, insan gücü, yeraltı ve yer üstü kaynakları kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmış ve kendisini geliştirmiştir. Tabi bu dâhiyane devlet yapısını ilerleyen yıllarda gelişen teknoloji ve değişen çağa ayak uydurmayarak geriletmiş ve sonucunda maalesef tarihin tozlu sayfalarındaki yerini almışlardır.

 

Bu süreçte bizlere düşen, atalarımızın örf ve adetlerinin güzel yönlerinden feyz alarak sahiplenmek ve yaşatmak, hatalarından ise dersler çıkararak bu hataları tekrarlamamak gayesi ile kendimizi bilime adamak ve teknoloji ile donatmaktır. Tabi ki bunları başarabilmemizin en temel şartı da geçmişini bilen, halkını ve insanını tanıyan, olayları yaşandıkları çağların gerek siyasi, gerekse coğrafi koşulları ile değerlendirebilen bir nesil olabilmek, okumak, araştırmak ve akılcı bir şekilde değerlendiren insanlar yetiştirebilmekten geçmektedir.

Günümüzde Türk Okçuluğuna gönül vermiş ve birkaç satır okumuş herkesin bildiği üzere, geleneksel okçulukta kullandığımız yaylarımızın hemen hemen hepsi Asyatik tip refleks yaylardır. Kompozit yapıda, birden çok bileşenin aynı refleksi sergilediği bu yayları doğrudan Türkler bulmuştur demek işin özü itibariyle çok doğru olmayacaktır. Lakin bulunan en eski kompozit yay örneklerinin Turani halkların yaşadığı bölgelerde (orta Asya - MÖ.2800) çıkması ise günümüzde Koreli, Çinli, Japon veya Moğol okçuların kompozit yayı sahiplenme çabalarını birazda olsa gölgede bırakabiliyor.

 

Türk yayının ana bileşenleri arasında boynuz, ağaç, sinir ve tutkal (zamanın koşullarında değişik bileşenlerle formüle edilmiş) bulunmaktadır. Bu maddeleri bir arada tutabilmek ve bugün ki tabirle doku uyuşmazlığı (bir maddenin diğerini kusmaması) yaşanmaması için bu materyalleri birleştirdikleri tutkalda mersin balığının hava kesesi ile boynuz ve sinirin kullanılıyordu. Ayrıca parçaları kullanılan hayvanın (dağ keçisi, yaban koyunu, geyik, sığır vb) artık boynuz, sinir ve deri parçalarının da eklenmesiyle özel bir yapıştırıcı elde ediyorlardı (Zamanın şartlarında sinir ve boynuzu kullanılan hayvanlar yabani yada tarlada, sabanda çalıştırtılan güçlü hayvanlardı. Bu nedenle doku yapısının günümüzdeki besi hayvanlarından güçlü olduğunu idrak etmek zor olmayacaktır). Bu materyallerin kullanımı ile bir araya getirilen Türk yayı 2-3 yıl baskıda bekletiliyor, kuruması, özdeşleşerek sağlam bir halde kaynaşması bekleniyordu. Elde edilen yaylardan kurulduğunda kırılmayarak çalışanlar ise 200 yıl kadar kullanılabiliyor, buda günümüz askeri silahları açısından bile kayda değer bir süredir, deden toruna miras kalabiliyordu.

 

Yay yapılan malzemeleri değerlendirirken konuyla ilgili yazılan kaynakçaları doğru değerlendirmeli, elde edilen bulguları bilim ve akılın süzgecinden geçirerek anlamaya çalışmalıyız.

 

Makale:

 

Erhan UZMAN